BURASI TÜRKİYE, KALDIRMAZ! *
Yazı: Sena Aydın, Çizim: Ceren Oykut
Festival, konser ve pek çok sanatsal aktivitenin kapımızı çaldığı yaz aylarını bu sene içki yasa(k)ları nedeniyle buruk bir heyecanla ve kafamızda pek çok soru işaretiyle bekliyoruz. İçki yasa(k)ları kişisel gündemimizi meşgul eder ve yaşam tercihlerimizi gün be gün kısıtlarken, konu 2011 yılı başında bir süre ele geçirdiği ülke ve popüler medya gündemi tahtından çoktan inmiş durumda. Unutmaya ve normalleştirmeye programlanmış toplumsal bilincimizi göz önüne alırsak, şaşırtıcı olan demokrasi-otokrasi, kişisel özgürlük-baskı, laiklik-İslamcılık, liberallik-muhafazakârlık eksenlerinde farklı çevrelerce bir dönem yüksek sesle değerlendirilen içki yasa(k)larının kısa bir süre sonra ülke gündemini artık pek de meşgul etmiyor olması değil. Asıl soru nasıl olup da 2011başına kadar bu meselenin popüler gündeme taşınmadığı.

Türkiye’de yakın dönem sosyal yaşam ve siyasî kültürü mercek altına alan pek çok araştırma, alkol tüketiminin giderek kısıtlandığını, bastırıldığını, marjinalleştirildiğini ve hattâ yasaklandığını uzunca bir zaman önce dile getirdi. Akademisyen Binnaz Toprak, ve gazeteci-yazarlar İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener tarafından yürütülen “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler” araştırması, içki ve içkili mekânlar üzerine görüş ve deneyimleri içeren bölümü dolayısıyla akla ilk gelen referanslardan biri. Araştırma, yayımlandığı 2008 yılında sadece içeriğiyle değil, çeşitli kesimlerden topladığı yıkıcı eleştirilerle de Türkiye’de farklı düşünce, kimlik ve yaşam tarzlarına yönelik baskı, ötekileştirme ve olumsuzlamanın kaygı verici boyutlarını göz önüne serdi.
Raporda bilhassa içki meselesine ayrılmış “Yaşam Tarzına Müdahale: İçki ve İçkili Mekânlar” alt başlığı, AKP yerel kadrolarının yerel düzeyde zaten bir süredir uygulamakta olduğu “içki yasağı” dolayısıyla, iktidar kaynaklı baskı bölümü altında sunuluyor. Bu alt başlık altında aktarılan deneyimlerden ortaya çıkan genel tabloysa içki tüketiminin ve satışının son yıllarda yerel iktidar kadroları tarafından marjinalleştirilmeye çalışıldığı ve baskıya maruz kaldığı. Bu baskı ve marjinalleştirme, içkili mekânların şehir ve yerleşim merkezleri gibi kamusal alanların dışına itilmelerinin ya da çeşitli bahanelerle kapatılmalarının, içki tüketiminin özel alan diye tanımladığımız mikro alanlara hapsedilmesinin, yani bir nevi görünmez kılınmasının yanısıra, içki tüketiminiistismar, ayyaşlık, sarhoşluk, şiddet, kadınlar için hafiflik, namussuzluk gibi negatif niteliklerle özdeşleştirerek, içkinin günlük sosyal hayatın bir parçası olmasından ziyade giderek anormal ve patolojik bir duruma dönüştürmeye çalışılmasıyla açıklanabilir. Tabiî bu bakış açısının açık ya da örtülü baskıların bir sonucu olarak toplum tarafından içselleştirilmesi ve yeniden üretilmesi de cabası.
İşte size rapordan birkaç çarpıcı alıntı: Konyalı bir öğretmeninin aktardığı, Konya Milli Eğitim Müdürü’nün “Konya’da öğretmen evinde içki içirten adam dedirtmem kendime” demesi Adapazarı’nda bir öğrencinin evlerinde içtikleri biraların şişelerini çöpe atarken kapıcı ve komşular görmesin diye gazete kâğıdına sardıklarını söylemesi… Bir işadamının Malatya Müteahhitler Derneği etkinliklerinde içki verilip verilmediği sorusuna “öyle bir şey yapmamız halinde bir daha etkinliğimize ne gelen olur ne giden…” diyerek cevap vermesi… Batman’da DTP’li belediyenin uyguladığı bir içki yasağı olmamasına rağmen Batmanlı bir kadının takip edildikleri ve mimlendikleri için büfelerden bile içki satın alamadıklarını ve rahatsız edilmeden içki satın alabilecekleri tek yerin büyük süpermarketler olduğundan yakınması… Sadece bu örnekler bile içki tüketiminin iktidar organları tarafından patolojikleştirilirken toplum tarafından da bu durumun (bilinçli ya da bilinçsiz, isteyerek ya da baskı altında hissederek) içselleştirildiğini ve mahalle baskısı yarattığını ortaya koyuyor.
Erzurum’da şehir içinde içkili mekân açma izni için belediyeye başvuran bir kişiye “seni şahsen tanıyoruz, yanlış bir iş yapmayacağını biliyoruz, ancak bu tür şeyler burada gitmez” denmesi… Kayseri’de aynı izne başvuran başka bir kişiye kent dışında bir yer açmasının tavsiye edilmesi… Bazı şehirlerde şehir içindeki içkili lokantaların Ramazan ayında kapanması ya da bu lokantaların, mesela Balıkesir’de şehir düzenlemesi bahanesiyle tamamen kapatılması ve yeniden açıl(a)maması ya da açılırsa içki ruhsatı alamaması… Özel hayatlarında içki içen insanların mesleki pozisyonlarını riske atmamak endişesiyle devlet görevlileri ve iktidar mensuplarının oldukları davetlerde içkiden uzak durmaları… Ve zaten artık bu tarz resmî ve ya kurumsal davet ve toplantılarda içki servisinin topyekûn kalkması, içki tüketimi konusunda belirli bir görüşe sahip iktidar partisinin devlet gücünü kullanarak topluma bu görüşü empoze etmeye çalıştığını, dolayısıyla içki tüketiminin iktidar kaynaklı bir baskıya maruz kaldığını gösteriyor.
Araştırmada içki ve içki yasakları hakkındaki en ilginç nokta, araştırmacıların hemen hemen her ilde karşılarına çıkan “köprünün öbür tarafı”, yani iktidar ve toplum kaynaklı baskının daha az hissedildiği ya da hissedilmediği alanlarla ilgili söylenenlerden oluşuyor. Örneğin Kayserili görüşmeciler köprünün öbür tarafının turistik olması dolayısıyla özgürlüklerin daha az kısıtlandığı Kapadokya bölgesi olduğunu ve içki eşliğinde eğlenmek istediklerinde Kapadokya’daki içkili mekânlara gittiklerini söylüyorlar. Aynı şekilde Konya’da köprünün öbür tarafı Ankara-Konya yolu üzerindeki Makas denilen bölge, Malatya’da öbür taraf Mersin, Denizli’de İzmir ya da Ege sahillerindeki turistik mekânlar, Sivas’ta ise Alevilerin çoğunlukta olduğu Ali Baba mahallesinde yol kenarına çekilen arabaların içleri.
Araştırma, Türkiye’nin geleceği, bireysel özgürlükler, farklı gruplar arası karşılıklı anlayış ve diyalog ve demokratik rejim uygulamaları açısından kaygı verici bir ortam oluştuğu sonucuna varıyor. Bunu sonucu yaratansa, bireylere ve bu bireylerin yaşam tercihlerine karşı din ve muhafazakârlık çerçevesinde uygulanan baskı ve ayrımcılığın, bu kentlerde önceden beri var olması muhtemel muhafazakâr ortam ve mahalle baskısı, AKP tarafından atanmış kadroların icraatları ve cemaat faaliyetleri gibi birbirinden farklı ama aynı doğrultuda giden faktörlerin etkileşimi…
Ve görüyoruz ki, 2011 başlarında yürürlüğe konulan ve içimizi alkolden daha çok yakan bu yasa(k)ların en can alıcı, baskıcı ve alkol tüketimini marjinalleştiren maddelerinin çoğu Anadolu’nun pek çok kentinde zaten uzunca bir süredir yerel çapta uygulanıyordu. Ancak bu uygulamalar yasalaştığı ve bu sayede İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi tâbiri caizse “böyyük şehirlerdeki” özgürlükleri ve yaşam tercihlerini kısıtlama yetkisine sahip olduğu zaman ülke gündemine taşındı. Üstelik bu durumun şehir-köy, Avrupa-Anadolu, modern-modern olmayan gibi kategoriler altında değerlendirilebilecek apayrı bir ötekileştirme biçimi olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Yani öyle görünüyor ki yeni içki yasa(k)larıyla iktidarın sihirli, pardon sağlıklı değneği bu sefer sadece bir tarafa değil “köprünün öbür tarafına” da değmiş oldu.
* Published in Bant Magazine 65th issue, 2011
*
YASAKLARIN ESRARI *
Yazı: Elif Erdem, Çizim: Ceren Oykut
“Benim masallarımın Cesur Yeni Dünya’sında hiç viski, tütün, yasak eroin, kaçak kokain yoktu. İnsanlar ne sigara ne içki içiyorlar, ne çekiyorlar ne de damardan alıyorlardı. Ne zaman biri sıkkın ya da moralsiz hissetse, Soma denilen kimyasal bileşikten bir veya iki tablet yutmaktaydı. Farazi uyuşturucunun adını aldığım asıl Soma, Hindistan’ın aryan istilacıları tarafından en görkemli dini ayinlerden birinde kullanılan meçhul bir bitkiydi. Cesur Yeni Dünya’nın Soma’sı küçük dozlarda mutluluk hissi getiriyor, daha büyük dozlarda ise size hayaller gördürüyor ve üç tablet aldığınızda, birkaç dakika içinde, dinçleştirici bir uykuya dalıyordunuz” diye söze başlar Aldous Huxley Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret kitabının ‘Kimyasal İkna’ bölümünde. Kimilerine göre uyuşturucu, kimilerine göreyse keyif verici bir madde olarak tanımlanan esrar (marihuana), tarih öncesi çağlardan bu yana kullanılıyor. 20. yüzyılın ortalarına kadar hem yetiştirmesi hem de kullanması serbest olduğu halde, sonra küresel şirketlerin ve devlet politikalarının etkisiyle yasaklanıyor. Yasaklar tarafına geçmeden ‘önce tarih’ diyelim isterseniz ve efsanelerden ütopyalara, dinsel ayinlerden kitaplara, tıptan keyif verici kullanımına kadar ‘esrarlı’ bir dünyada kısa bir yolculuğa çıkalım.

Kullanımı neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan esrarın adına ilk kez M.Ö. 3000 yılında Çin metinlerinde rastlanır. Çin ve Hindistan’da o tarihlerden kullanılmaya başlanan kenevir bitkisinin ‘cannabis indica’ türünün çiçekleri ve tohum yataklarından elde edilen esrar, tarih boyunca çok çeşitli amaçlar için kullanıldı. Keyif verici kullanımının yanı sıra dinsel ayinlerde, giysi, yay ve kağıt yapımında, tıpta, sanayide ve daha birçok alanda binlerce yıldır insanların hayatında var olan keneviri, Hindu Veda’larında tanrı Siva’nın bulduğu söylenir. Bu da 60’lı yıllarda çiçek çocukların neden Hindistan ve Nepal yollarına düştüğünü daha iyi anlatıyor sanırım. 11. yüzyılda Orta Doğu’da Sufiler vecd için kullanırken, Sabbahiler’in de esrarı yoğun biçimde kullandığı biliniyor. Hint rahipleri kenevire başarı ve mutluluk anlamına gelen ‘Vijemia’ adını verirken, göklere egemen olan Tanrı İndra savaşçılarına tanrısal bir güç verebilmek için Hint kenevirinden yapılan ‘Soma’ içkisini sunar. Perslerin kutsal kitabı olan Zerdüşt’te, kenevirin insana mutluluk ve neşe verdiği, keder ve üzüntüyü dağıttığı yazılıdır. Milattan önceki zamanlardan itibaren Doğu kültürünün bir parçası olan esrarın, Batı tarafından keşfinin Binbir Gece Masalları ve Marco Polo’ya kadar izi sürülebilir. Binbir Gece Masalları’nda Hint kenevirinin İran, Mısır ve Bağdat’ta bilindiği ve kullanıldığı anlatılır. Napolyon 1798-99 yıllarında Arap yarımadasına geçmek için Mısır’da kamp kurduğu zaman askerler arasında esrar kullanımının giderek yayıldığını görür. Hemen ardından esrarı yasaklar, kullananların şiddetle cezalandırılmalarını ister. Ancak askerler esrar kullanmaya devam eder. Hatta Fransa’ya döndükleri zaman da bu alışkanlıktan vazgeçmeyince, esrar Fransa’ya girmiş olur. Esrar Fransa’dan Avrupa’ya yayılırken, 19. yüzyılın ortasında Paris’te esrarla ilgili “Club des Hachichins” üyeleri arasında Victor Hugo, Alexandre Dumas, Theopile Gautier’in olduğunun da altını çizelim.
Gelelim kenevirin yeni dünyadaki macerasına… 18. yüzyılda ABD’de lifleri için yetiştirilmeye başlanan kenevir, yine aynı dönemde Meksikalılar ve siyahlar tarafından kullanılıyordu. Diğer yandan kenevir 19. yüzyıl boyunca ilaç rehberlerinde nevralji, gut, tetanos, hidrofobi, kolera, epilepsi, kore, depresyon, histeri, delilik ve uterus kanaması için tavsiye edilen doğal bir ilaçtı. Ayrıca migren ve morfin bağımlılarının tedavisinde kullanıldı. Esrar, insanlık tarihinde uzun bir süre psikiyatrik hastalıkların tedavisinde ilaçlardan biri olarak yer alır. Esrar, geçmişinden farklı olarak modern zamanlara geldiğimizde ise, en büyük tartışma konularından biri haline dönüştü. Bir taraftan uyuşturucu olarak nitelenirken, diğer taraftan da -çok fazla kullanılmadığı sürece- alkolden ve sigaradan daha az zararlı olduğu savunuluyor.

Peki neden yasak?
‘Neden yasak’ sorusuna birkaç tane cevap verilebilir. Ve aslına bakarsanız, bunlardan hiçbiri esrarın insan sağlına zararlı olmasıyla ilgili değil gibi görünüyor. Onlarca sektörün hammaddesi olan, tıpta pek çok hastalığın tedavisinde kullanılan ve zararlı bir yönü henüz kesin olarak bulunamayan esrarın yasaklanmasında en fazla küresel ilaç ve kağıt şirketleriyle birlikte, ABD’nin tarım politikalarının etkili olduğu iddia ediliyor. 18. ve 19. yüzyılda kenevir ekmeyen Amerikalıların ceza aldığı ülkede 1920’lerde esrar yasağı başlar. Pamuk üretimi, kağıt endüstrisi ve ilaç şirketlerinin dışında esrarın yasaklanmasında ırkçılığın etkili olduğunu savunanlar, o dönemde esrarın Meksikalılar ve cazcı zenciler (Louis Armstrong gibi) yoluyla popülaritesinin artmasını örnek olarak gösterirler.
Kenevirin kağıt, kumaş ve gıda (protein, bitkisel yağ) ürünlerine, endüstriyel ve özel enerji üretimine olan ekonomik ve ekolojik katkısının yanı sıra, kenevir havayı temizlerken toprağı besleyen tek doğal kaynak olarak gösterilir. Bu bitkinin yasaklanmasındaki en güçlü nedenlerden biri, 1920’lerden itibaren ABD’nin pamuk üretimini artırması. Burada pamuğun en güçlü rakibinin kenevir olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kendi pamuğunu dünyaya satmak için ABD’nin öncülüğünde kenevire küresel bir yasak getirilir. 1937’de çıkan ‘marijuana tax act’ ile ABD’de esrar mutlak biçimde yasaklanır. Kolay üretilebilmesi nedeniyle ‘yasaklanan’, başka hammaddelerle iş yapan şirketlerin kar marjlarını azaltan kenevirin 18. ve 19. yüzyıllarda hem tıpta hem de endüstride yoğun bir şekilde kullanılması bir tezat oluşturmuyor mu? Pamuğunu tüm dünyaya satmak ve ona daha çok değer kazandırmak isteyen ülkenin küresel şirketleri ağaçlardan kağıt, petrolden naylon üretmeye başladıktan sonra hem kendilerini hem de iş yaptıkları diğer sektörleri korumak ve beslemek adına anti-propagandaya başlarlar. Onlar anti-propaganda yaparken, kenevir yanlıları ve çevreciler de kenevirden çok daha kolay bir şekilde kağıt üretilebildiğini, kenevirden elde edilen kağıt miktarının aynısını elde edebilmek için, şu anda kullanılan yöntemlerle 50 kat daha fazla ağaç kesmek gerektiğini iddia ediyor.
İşin diğer tarafında da küresel ilaç şirketleri var. Kenevir asırlar boyu tıp için en önemli ilaç kaynaklarından biriydi, ağrı kesici ve uyku verici etkisi ise 19. yüzyılda keşfedilerek tıpta kullanılmaya başlandı. Hatta 1860 yılında ABD’de kenevir üzerinde yapılan araştırmaların sonucunda, bu maddenin uzun süreli öksürük ve belsoğukluğu tedavisinde etkili olduğu ortaya konuldu. Bu araştırmalara dayanarak 1902 yılında, ABD’de esrar ilaç olarak kabul edilerek tedavi alanına girer. Birinci Dünya Savaşı sırasında baş ağrısı, durgunluk, iştahsızlık, zayıflama gibi bedensel-ruhsal yakınmalarda, döl yatağının gevşemesi sonucu görülen kanamalarda ve sara hastalığında ilaç olarak kullanılır. Ayrıca esrarın epilepsi nöbetlerini azaltıcı (antikonvülzan), bulantıyı giderici (antiemetik), ağrı kesici (analjezik), kanserli hastalarda neşe verici (öforizan), astımda solunum yollarını açıcı (brokodilatör), glokom tedavisinde göz içi basıncını azaltıcı gibi yönleri de tıpta keşfedilir. 1937 yılında esrar ABD ilaç kodeksinde yer alırken, ancak aynı yıl çıkarılan bir yasayla esrar içeren otuz sekiz ilacın satışı bir anda yasaklanır. Aynı yıl birçok Avrupa ülkesinde de esrar içeren ilaçlar kodeksten çıkarılıp satışları yasaklanır. Türk ilaç kodeksinde ise ‘Herba Cannabis Indica’ ve ‘Extra Cannabis Indica’ adıyla yer alan ilaçlar 1940 yılından sonra Türkiye’de de yasaklanır.

Yasaklar ardı ardına gelirken İsrailli kimya profesörü Raphel Mechoulam’ın 1964’te, kenevirin içerdiği en önemli maddelerden olan THC’yi (Tetra-Hidro-Kanabinol) keşfetmesi yeni bir dönemi başlattı. Mechoulam AIDS’li ve kanserli hastaların iştahını açmak için kullanılmasını öneriyordu. Yapılan bir araştırmada, kemoterapi tedavisine geçilmeden önce, THC takviyesi alan kanserli çocuk hastalarda, mide bulantısına rastlanmadığı ortaya çıktı. Bir başka araştırmada, çocukluğunda beyin felci geçirmiş iki hastaya sentetik THC hapları verildi. Bir süre sonra, hastaların ağrılarının azaldığı, hareket yeteneklerinin geliştiği ve ağrı kesici hap kullanımında azalma görüldüğü kaydedildi. 1990’lı yıllarda esrarın ve etkili maddesi olan THC’nin kesin tedavisi olmayan hastalıklarda ağrı kesici olarak kullanılmasının yararlı olduğuna ilişkin yayınlar yapılırken, yeniden tedavi alanına girmesi, ilaç kodekslerine alınması konusunda öneriler ardı ardına gelmeye başladı. Ancak esrar tıptaki eski günlerine asla dönemedi. Özellikle psikiyatri ve ağrı kesici konusundaki etkisi görmezden gelinen kenevir, ilaç şirketlerinin kendi ilaçlarını satabilmeleri uğruna yasaklanmaya devam ediyor. Şu anda kenevir sadece kanser tedavisi sırasında oluşan kusmayı azaltmak, AlDS’li hastalarda iştahı artırmak amacıyla ve glokom adı verilen göz tansiyonunun arttığı durumların tedavisinde ilaç olarak kullanılıyor.
İlaç olması konusundaki tartışmalar tekrar alevlenirken, uyuşturucu madde olarak sınıflandırılmasına ve yasaklanmasına karşı olanlarda bu dalgadan faydalanırlar. 24 Temmuz 1967’de İngiltere’nin The Times gazetesinde tam sayfa bir ilan göze çarpar: “Marihuana’nın kanunen yasaklanması temelde ahlaki bir hareket olmayıp, pratikte de bir işe yaramayacaktır.” Yasakların marihuana kullanımını azaltmayacağını ve kullanımın tamamen kayıt dışında kayacağını savunan bu deklarasyonun altında The Beatles üyelerinin tamamı ve Brian Epstein’ın yanı sıra pek çok ünlü yazar, ressam ve politikacının da imzası vardı. Tüm bu tartışmalar ve çabalar ancak ABD’de bazı eyaletlerdeki girişimler ve 1976’dan beri Hollanda’daki serbestlik kadar sonuca ulaşabildi. Şu anda yasal olarak olmasa bile pratikte cannabis suç kapsamından çıkarıldı. Kullanımı yasak olmaktan çıkarken, 1 ons’a (30 gram) kadar cannabis yaprağının izinsiz satışının cezası oldukça hafifletildi. Halen Amsterdam’da cannabis satan 400 adet lisanslı satış yapan ‘coffee shop’ bulunuyor.
* Published in Bant Magazine 41th issue, 2008